2000 yıl öncesinin ardına gizlenmeden seslenir Ovidius; yasaklanmış olanın peşinden koşan, çabalayan insanın çırpınışlarını anlatır.
İdealleri reddetmeyen ve onlarla rekabet halinde olan Nıetzsche, yükseklerde ki havanın soğuk olduğunu bilmesi ve insanı zinde tutacağını haykırması gibidir; insanın birbirine olan haykırışları…
Bu yüzden adeta yalvarır Alman filozof; “ Kendinizi bulmadan beni buldunuz; tün inananlar gibi. Demek ki inanç çok az şey ifade ediyor. Size yalvarırım beni kaybedin ve kendinizi bulun; ancak siz hepiniz beni inkâr ettiğinizde size geri döneceğim…”
Kendimizi bulmak? O kadar kolay mı? Yükseklerde, oksijenin az olduğu yerlerde, kıymetli olan soluğu yerinde kullanmak ve peşine takıldığımız şeylerin büyük girdaplarından kendimizi kurtarmak; hiç de kolay bir şey değil…
Yazar Mehmet Y. Yılmaz da buna dikkat çekiyor. Dermansız bir hastalığa yakalanmış Japon iş adamı Satoru Anzaki’nin 1000 kişilik davetinin; dostlarıyla vedalaşma törenine dönüşmesini; yıllar önce izlediği ‘All That Jazz’ filmiyle buluşturuyor.
Bu yolu siz de takip edebilir, söylenenin birbirine uyuşmasını, yaşamın hep tekrarlandığı gibi bircik oluşunu ve eninde sonunda elimizden kayıp gideceğinin eğlencesine veya derin iç çekişlerine tutunmanız; o anki ruh halinize göre değişecektir.
Hoşça kal hayat! Seslenişi, filmin, sahnenin veya yaşamın içerisinden sesleniyor oluşu; hiçbir şeyi değiştirmiyor. Her akşam, uykuya yatarken de hayatın, evrenin engin sırlarına olan o büyük boşluğun yolculuğuna çıkıyoruz.
Her yolculuk büyük kazançlarla buluşur mu buluşmaz mı, bu insanın dört gözle baktığı gibi, her sese kulak kesilmesi ve dinleyici olmanın o muazzam erdemine tutunmasıyla orantılı bir denge; ısrarlı bir sarılma ister.
Yalnızlığa merhaba diyecek kadar şen olan ve sahne hayatının hiçbir şeye benzemeyeceğini tekrarlayan film müzikali; hiç durmadan şu sözcükleri tekrarlar; “ Gösteri dünyası hiçbir şeye benzemez!” Makyajın, ışıkların, rollerin; her an gülümsemeye yazgılı sanatçıların dünyası…
Burada ki ince çizgiye dikkat çekmek isterim! Hiçbir şeye benzemeyen bu dünyanın insanları; her daim bir kâin gibi uzağı göstermekten öte; yakını, yaşadığımız anın kıymetini anlatır. Yani, bizim de içinde olduğumuz sahnenin ta kendisini…
Bazen güldürerek, bazen ağlatarak ve bazen de düşündürerek… Koltuklardan kalkarken sindirdiğimiz hücrelerimize kattığımız bütün kırıntılar önemli olduğu; bizim yaşamı yorumlarken aynı zamanda yaşam kaynaklarından en azami yararlanıp, onun tutku ve arızalarından dengeli etkilenişler geçireceğimizin de kanıtıdır.
Filozof da yaşamı sorgulayıp çözdüğü bilmecenin küçük parçalarını bir servet değerinde olan tespitlerini bırakmıştır geriye. İnsanın kader sevgisi üzerine odaklanır. Zorunlu olana bir parça katlanmanın ve biraz da gizlemek olmadığını; “ Zorunluluklar nezdinde idealizmin bir aldatmacadır-onu sevmektir”
Yedinci Mühür filminde ölümü durdurmaya çalışan karakterin ölümden çaldığı zaman, insan alegorisini tüm çıplaklığıyla ortaya dökmesi gibi… “
Ve kuzu yedinci mührü açınca, göğü bir sessizlik bürüdü ve bu yarım saat kadar sürdü. Ve yedi melek ellerinde ki yedi borazanı çalmaya başladılar.” Japon işadamı da,’Alla That Jazz ‘ filminin desteğini almış mıdır bilinmez; filmin bitişinin vedası gibi; “
Elveda Mutluluk, merhaba yalnızlık” diyerek vedalaşır dostlarıyla… Yaşamın en tatlı, en dayanılmaz ve en ağır bölümlerinden birisidir; zaman hükmünü bırakmıştır artık. Şartların, edebi, felsefi, geleneksel bütün katkı ve baskıların da sonuna gelinmiştir.
Duyulan tek şey kalp atışlarıyla perçinlenmiş, kavgaları terk etmiş bir insan ve onun sevgisi; korkudan bile arınmış halde…
BİZİM+İÇİN+YASAKLANMIŞ+OLAN+İÇİN+ÇABALARIZ