Alman filozof Nietzsche, insan zekâsını sonuna kadar zorlamış bir insandır. Kulluğun, köleliğin, düşünme yetisinin yetersizliği üzerine; nice sözcüğü, battığı, unutulduğu yerden tekrar çıkarmış bir yazar…
Hiçbir korku duymaz; papazlara seslenirken; mum kokulu mağaralarda öldürülen tanrının hesabını sorarken…
Geçirdiği hastalık sonucu, büyük suskunluk başlar. Uzun yıllar sürecek bir bekleyiş; sanki büyük oyunun, büyük sonu; dehşet bir sessizliğe yazgılı bir son… Bir faytoncunun yolda giderken atı kırbaçlaması üzerine ortaya atılan, atın boynuna sarılıp ağlayan Nietzsche, bir daha iyileşemez…
Bilinen son sözleri de; Anne, Ben Ne Aptalım! Sözcüklerinden ibarettir… Bunca sözcün, ihtişamlı öğrenimlerin ve kafa yormaların gereksizliği midir bu son sözlerin anlamı? Yaşamın, eninde sonunda, büyük kaosa teslim olacağının farkına varışın teslimiyeti mi?
Filmin müziği, bir müzisyenin hissiyatının derinliğini; evren kurulurken, bilmediğimiz o sesin, sancının, hıkınmaların haykırışlarını anlatıyor gibi; geriliyor, tellere dokunan bütün dokunaçlar… Mihaly Vig’e ayrı bir teşekkür etmek gerekiyor…
Filme, bu eserin gidişatı boyunca ona yapışan, doğum yapması ve ölüm sürecine kadar yanında bekleyen büyük koroya girdim hemen. Oysa önce filmden yönetmenden; Bela Tarr’ın eseri The Turin Horse’den söz etmeliydim. Ziyanı yok! Bir başlangıç, konulacak parçaların şaşkınlığı; her daim yaşamlarımızın karşılığı, bazen eşleşemeyen parçalar gibi değil mi? Filmde, altı bölüm vardır; kuruluşun altı gününe denk gelen… Ayrıca, yönetmenin de son filmin; yapıtım dediği The Turin Horse; Alman filozof Nietzsche’ye adanmıştır. Onun boynuna sarılıp ağladığı atın-beygirin, Neetzsche’nin hastalığı, büyük suskunluğuyla izlediği paralelliği…
Gıda olarak sadece patatesin bile ne büyük yaşamsal yiyecek olduğu; yüzlerce çeşit içinde, ne çok eksik beslenme alışkanlıkları içinde, büyük zenginliklerin, büyük sadelik, yoksullukla eşitlenmiş halinin şaşırtıcı felsefesi, sanatsallığı; büyülüyor insanı.
Altı gün boyunca üç şey hep var; ateş, su ve hava-fırtına… Sonra; bir bir tükeniyorlar; baba ve kızın sade ve sessizliğe teslim olmuş hayatlarından ağır ağır çekiliyorlar. Önce su ve sonra ateş; sonra, fırtına…
Zaten; bu çekiliş, aynı zamanda yaşamın da bitişini, sonlu oluşunu; büyük haykırışların, özenli yaşamların, korkunç telaşların ne büyük sessizliğe mahkûm oluşunun da görüntüsel sessiz anlatımı…
Bu filmin 5.bölümüne çok kısa bir süre damgasını vuran Çingeneler; en büyük izleri bırakarak; yine o bildik yaygara, eğlence ve her daim değişime göç eden; ne çok mal mülkün karşısında, ne çok azlıkla yetineceklerin Çingeneleri…
Onları hor gören dünya; yakan, yıkan; sürekli belirli alanlara hapseden düşünce; ta ki,6.günden bu güne değişmedi… Siz, başka sansanız da; o başka yok aslında; varmış gibi algılamak, bizi mutlu ediyor. Bu yüzden; Çingene değil de Roman, diyerek; bir alt yaptığımızı, insanı; yani kendimizi kurtardığımızı sanıyoruz.
Çingeneler; tüm zamanlara bırakacakları ses sanatını bırakıyorlar;
“ Zayıfsınız!” diye bağırarak; “ Hepiniz Gebereceksiniz!” düşüncesi ve düşleri içinde, her daim olan hüzünlü, sarhoş ve bol armonili eğlencelerine geri dönerek…
Yedinci Sanatın ruhuna yapışmış olan müzik; tellerin, parmakların, yine başka ruhlardan yardım alan büyük sezgileri; ürpertiyor bu büyük sessizliği, sonu yaşarken; atın, akıbetini merak ederken; kendi akıbetimize ulaşmış olmanın gerçeği karşısında; biraz daha incelme, gerileme; var olanı bir aziz gibi değil; en sade, en sorumsuz insan gibi yaşama sevincime; biraz daha sokulma isteği…
ANNE BEN+NE+APTALIM!